2 Nisan 2012 Pazartesi

Hadis Tenkîdi Kriterleri


HADİS TENKÎDİ KRİTERLERİ
Ahmet Tahir Dayhan

D.E.Ü. İlahiyat Lisans Tamamlama
Hadis ve Hadis Metinleri, Ünite no. 7
İzmir 2012,  s. 147-167

GİRİŞ
Sahîh bir hadîsin isnâdında aranan vasıf, râvîlerinin âdil (İslâma uygun yaşayan) ve zâbıt (rivâyetini sağlam taşıyan), senedinin ise muttasıl (kesintiye uğramayan) olmasıdır. Şüzûz’dan (daha üstün râvîlere muhâlefetten) ve illetden (gizli bir kusurdan) arınmışlığı ise metninde aranan vasıflardır. Bir hadis, isnâd bakımından sağlam oluşuyla sahîhu’l-isnâd adını alır. Ancak gerçek anlamda “sahîh hadis”, diğer iki vasfı da hâiz olandır. (Leknevî, er-Raf’u ve’t-Tekmîl, s. 187; Irâkî, Fethu’l-Muğîs, s. 9). Yani isnâdın sahîhliği, bağlı bulunduğu hadis metninin de sahîh olmasını gerektirmez (A’zamî, Menhecü’n-Nakd, s. 83). İlk muhaddisler, ellerinde mevcut hadis malzemesini gelecek nesillere aktarmak için oluşturdukları külliyât içerisine, bu beş şartı taşıyan hadisleri almaya gayret etmişlerdir. Eserlerine sonradan yöneltilen tenkîdlerin yoğunluk derecesi, bu seçimdeki başarılarıyla orantılıdır.
Babanzâde Ahmed Naim (1934)’in ifadesiyle: “Muhaddisin vazîfesi, nükûlü eslâftan ahlâfa nakletmektir (rivâyetleri öncekilerden sonrakilere nakletmektir). İçlerinde nakd-i ricâl, tâbir-i diğerle intikâd-ı esânîd (râvî ve sened tenkîdi) ile meşgul olarak hadisin kavîsini zaîfinden ayırdetmek ve mütûnun teâruz ve tefâvütlerini (metinlerin çelişki ve farklılıklarını) göstermek vazîfe-i mühimmesini de deruhte etmiş (üzerine almış) olanlar varsa da, mânâ ve delâlet itibâriyle nakd-i mütûn (metin tenkîdi) onlara âid değildir. Nakd-i mütûn ile uğraşan, fukahâ ve onların başında müctehidlerdir”. (Ahmed Naim, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi (Mukaddime), I/10).
Son devir Osmanlı ulemâsının önde gelen ismi Muhammed Zâhid Kevserî (1952) ise şöyle demektedir: “Vâkıa, muhaddisler çoğunlukla sened yönünden hadis tenkîdiyle yetinmişler, seneddeki ızdırâba (problemlere) verdikleri önem kadar, hadis metnindeki ızdırâba önem vermemişlerdir. Goldziher yandaşlarının dâhilî tenkîd dedikleri metin tenkîdini, fıkıh ve istinbât ehli yerine getirmiştir. Ve böylece iki grup (hadisci ve fıkıhçılar) hadis tenkîdini paylaşmışlardır”. (Kevserî, Makâlât, s. 57).
Gerçekten de bazı hadisler, senedlerinde adı geçen râvîlerin tümünün sika olmasına rağmen, herkesin göremeyeceği bir illet-i kâdiha (sıhhat bozucu gizli sebep) ile ma’lûl olabilmektedirler. Bu nedenle, çok geniş bir sahayı kapsayan ilelü’l-hadîs (hadis problemleri), bazen o hadisin rivâyet hakkını elinde tutan râvînin veya musannifin ilmini aşabilmekte ya da gözünden kaçabilmektedir. Bu tür rivâyetleri tenkîd ve gerekirse red işi, -eğer muhaddis aynı zamanda fakîh değilse- çoğunlukla fukahâ ve şârihlere kalmaktadır. Sözlerini naklettiğimiz çağdaş âlimlerin fikrine, Tâhir el-Cezâirî (1921), Muhammed Reşid Rızâ (1935), Muhammed Zübeyr Sıddîkî ve Muhammed Gazâlî (1996)’nin de iştirâk ettiğini görüyoruz. (Reşid Rızâ, Mecelletü’l-Menâr, XXVII/615, 8. cüz; XXIX/40, 1. cüz; Cezâirî, Tevcîhü’n-Nazar, s. 257, 334; Sıddîkî, Hadith Literature, s. XXVII; Gazâlî, es-Sünnetü’n-Nebeviyye, s. 39).

HADİSLERİ DEĞERLENDİRMEDE METNİN ROLÜ
Yukarıdaki görüşlerden ilk bakışta, hadis ilminin temel hedefini belirleyen bütün yükünü omuzlayan muhaddislerin, metne ilgisiz kaldıkları ve kendi koydukları kurallara aykırı davrandıkları gibi garip bir sonuç çıkmaktadır. Zira Dirâyetü’l-hadîs ilminin konusu; râvî ile mervînin halleridir. Râvî ile sened, mervî ile metin kastedilir. Metni gözardı ederek varılan sonuçlar, hadis ilmi açısından değer ifade etmezler. Hadisleri değerlendirmede metnin rolü senedden büyüktür. Şöyle ki;
Bir hadisin sahîh ya da hasen oluşu mutlak değildir. Bu hüküm senedine mi, yoksa metnine mi aittir?, izâh edilmesi gerekir. Bir haberin mütevâtirliği (râvîlerinin sayısından ziyâde, lafzının halk ya da âlimler arasında meşhur olması sebebiyle) metinle alâkalı bir durumdur. Benzer biçimde, sahîh-hasen-zayıf arasında müşterek olan ıstılahların bir kısmında sadece metnin durumuna bakılır. Meselâ merfû, mevkûf, muzdarib, müdrec, musahhaf, müselsel; bunların tümü metni ilgilendiren ıstılahlardır. Bir garîb hadisin meşhûr (müstefîz) ya da azîz hadislere muhâlefeti metin sebebiyledir. Şâzz hadisteki râvînin teferrüdü (tek kalması) ve muhâlefeti, çoğu zaman metinde bulunur. Sika olan râvîlerin, metindeki ziyâdeleri de böyledir. İlletlerin bir kısmı da yine metinde bulunan kusurlardır. Örneğin, Hadis Usûlü/Mustalahu’l-hadîs ilmine dair derli toplu ilk eserin sahibi olan Hâkim en-Nîsâbûrî (405/1014), Ma’rifetü Ulûmi’l-Hadîs’in 27 ve 28. nev’lerini İlelü’l-hadîs ve Şâzz’a ayırmıştır. Orada şöyle der: “Bir hadis bir çok yönden kusurlu olur ki bunlarda (râvî ile ilgili) cerhin herhangi bir dahli yoktur. Zira mecrûh râvînin hadisi zaten değersizdir. İllet ise, çoğunlukla sika râvîlerin hadislerinde olur. Onlar illetini bilemedikleri bir hadisi rivâyet ederler, böylece hadis ma’lûl olur.”  (إِنَّماَ يُعَلَّلُ الْحَدِيثُ مِنْ أَوْجُهٍ لَيْسَ لِلْجَرْحِ فِيهاَ مَدْخَلٌ . فَإِنَّ حَدِيثَ اْلمَجْرُوحِ ساَقِطٌ واَهٍ . وَعِلَّةُ الْحَدِيثِ يَكثُرُ فِي أَحاَدِيثِ الثِّقاَتِ ، أَنْ يُحَدِّثوُا بِحَدِيثٍ لَهُ عِلَّةٌ ، فََيَخْفَى عَلَيْهِمْ عِلْمُهُ ، فَيَصِيرُ الْحَدِيثُ مَعْلوُلاً)
Maklûb hadis, bir yönüyle, metinde meydana gelen değişimin karşılığıdır. Lafzî-mânevî şevâhid ile mütâbeâ’da, metinlerin birbirlerine uygunluğu aranır. Mevzû hadislerin alâmeti sayılan bütün deliller metinle ilgilidir. Örneğin İbn Kayyimi’l-Cevziyye (751/1350), mevzû hadisleri tanıma yollarını ve ne tür hadislerin mevzû olduklarını 19 madde halinde ve örneklerle anlatmıştır ki, hemen hepsi metni ilgilendiren hususlardır.  (İbnü’l-Kayyim, el-Menârü’l-Münîf, s. 50-105). Ayrıca Hatîb-i Bağdâdî (463/1070), Usûl’ünde, “Münker ve Müstahîl Hadisleri Atmanın Vacip Oluşu” başlığı altında, mevzû olduklarına işaret ederek beş adet hadis zikretten sonra, gireceği yeni konuya şöyle bir başlık atmıştır: “Akla, Kur’ân’ın sâbit ve muhkem hükmüne, ma’lûm Sünnete, Sünnetin aktığı mecrâda deverân eden fiile ve her kesin delîle ters düşen haber-i vâhid kabul edilmez”. (Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, s. 469-472).
Mânâları görünüşte birbirine zıt iki sahîh hadisin, cem’, tercîh ve nesh metodlarından biri uygulanarak açıklığa kavuşturulması demek olan Muhtelifü’l-hadîs ilmi ile; Akıl, his, ilim ve dînin kesin kâidelerine ters görünen sahîh bir hadisin te’vîli demek olan Müşkilü’l-hadîs ilmi, konularını bütünüyle metne tahsis etmişlerdir.
Metinle ilgili yukarıda saydıklarımıza eklenebilecek başka ıstılahlar da vardır. (Örnekler için bk. İdlibî, Menhecü Nakdi’l-Metn, s. 174-222).
Şu halde, senedi bir hedefe varmak için kullanan muhaddislerin rivâyet edende titiz davranmalarının, rivâyet edilenin sıhhatini meydana çıkarmaya yönelik olduğunu; dış görünüşe aldanılmadığı takdirde, muhaddislerin senedden çok metin üzerinde durduklarını ya da en az sened kadar metne de eğildiklerini kabul etmemiz gerekir. (Subhî es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, s. 237-248; Cevâbî, Cühûdü’l-Muhaddisîn fî Nakdi Metni’l-Hadîs, s. 315-431). Bu yüzdendir ki dikkatler, Hz. Peygamber (s.a.v)’in “Ateş’te oturacağı yeri hazırlamakla” tehdit ettiği zümreye dâhil olmamak ve ona yalan isnâd etmemek için, hadisin lafzen edâsında senedden çok metin üzerine çevrilmiştir. İlk muhaddislerden (Hz. Ebû Bekr’in torunu) el-Kâsim b. Muhammed (106) ve yine tâbiûndan Recâ b. Hayve (112) ile Muhammed b. Sîrîn (110), rivâyet ettikleri hadislerin her kelimesinde olağanüstü titizlik göstermişlerdir. (İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni’l-İlmi ve Fadlih, I/80; Bağdâdî, el-Kifâye, s. 220).

İnternet: İlk nesillerin hadis rivâyetinde temkinli davranmalarının “lafza riâyet edememe” korkusundan; nakilde titiz davranmalarının “olduğu gibi aktarabilme” kaygısından kaynaklandığına dair bilgi ve örnekler için, http://rivaye.blogspot.com adresinde bulunan İlk Dönem Hadis Tarihinde Mânâ İle Rivâyet Meselesi adlı makalemize (İslâmî Araştırmalar, cilt: 13, sayı: 1, yıl: 2000, ss. 93-100) bakınız.

Oryantalistlerin İddiaları
Batı dünyasında hadis üzerine çalışan araştırmacıların büyük çoğunluğu, muhaddislerin metin ve muhtevâya hiçbir önem vermediklerini iddia edegelmişlerdir. Reinhart P. A. Dozy (Hollandalı, 1883), Alois Sprenger (Avusturyalı, 1893), Ignaz Goldziher (Macar, 1921) ve daha sonra Leone Caetani (İtalyan, 1935), Joseph Schacht (Alman, 1969), Gaston Wiet (Fransız, 1971) gibi hadis ilmindeki araştırmalarıyla meşhur olan şarkiyatçılar, senedle metni birbirinden ayırarak değerlendirmişler, bir hadisin metninin sıhhatini tespit için senedden başka bir yol olmadığını savunmuşlardır. Bu fikirlerinin kaçınılmaz neticesi olarak; muhaddislerin hadis tenkîdini isnâda hasredip, metni terkettikleri iddiasını ortaya atmışlardır. (Dozy, Târîh-i İslâmiyet, I/162-163; Sıddîkî, a.g.e., s. XXII; Subhî es-Sâlih, a.g.e., s. 244; Hatîb, Muhammed Acâc, es-Sünnetü Kablet-Tedvîn, s. 254; Caetani, İslâm Târihi, I/85; Sıddîk Beşîr Nasr, Davâbıtü’r-Rivâye, s. 41; Cevâbî, Cühûdü’l-Muhaddisîn, s. 450).
Onların bu görüş ve yaklaşımları, Ahmed Emîn (1954), Mahmûd Ebû Rayye (1970) es-Seyyid Sâlih Ebû Bekr ve Zâkir Kâdirî Ugan (1954) gibi bazı müslüman araştırmacılar tarafından da benimsenerek devam ettirilmiştir. (Ahmed Emîn, Fecru’l-İslâm, s. 217; Duha’l-İslâm, II/130; Ebû Şehbe, Sünnet Müdâfâsı, I/95; Sâlih Ebû Bekr, el-Advâü’l-Kur’âniyye, s. 5, 77-78; Z. K. Ugan, Dînî ve Gayr-ı Dînî Rivâyetler, IV/194).

Kitap: Zâkir Kâdirî Ugan’ın isnad tenkîd sisteminin eksik ve yetersiz olduğu, muhaddislerin metinden çok isnâda önem vererek muhtevâyı ikinci plana ittikleri, bu durumun hadis ilmine gölge düşürdüğü gibi rivâyetü’l-hadîs ve dirâyetü’l-hadis’e yönelik eleştirileri ve bunların 10 madde halinde değerlendirmesi için Osman Güner’in Zakir Kâdirî Ugan’ın Hadis Sistematiğine Yönelik Eleştirilerinin Tahlil ve Tenkîdi adlı makalesini (Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 17, yıl: 2004, ss. 65-94); Ahmed Emîn’in fikirlerini hiçbir kritik yapmaksızın aynen aktarıp kabullenen Süleyman Ateş’in ifadeleri için Gerçek Din Bu adlı kitabının ilgili yerlerini (İstanbul 1991, II/104-105) gözden geçiriniz.

Metni Tenkîd Etmenin Anlamı
Birbirine zıt sözkonusu fikirler karşısında, evvelkiler ve sonrakilerin metin tenkîdi (Reşid Rızâ’nın tabiriyle “tahlîlî tenkîd”, Mecelletü’l-Menâr, 1353, 8. cüz, XXXIV/620) ile ne kasdettiklerini iyice anlamamız gerekmektedir.
Görebildiğimiz kadarıyla, ilk devir muhaddisleri hadis metnini aktaran taşıyıcılara (râvîlere) ayrı bir önem vermişler, bir habere sahîh ya da sakîm (zayıf) damgasını vurabilmek için, öncelikle haberciye bakmışlardır. Zira bir şahsın dürüstlüğü, sosyal yaşantısına bakılarak ispat olunmuş, buna ilaveten hafıza gücü de onaylanmışsa, onun sözlerinin -vâkıalarla aksi ispatlanmadıkça- doğru olarak kabul edilmesi, bugün bile geçerli bir âdettir. (A’zamî, İlk Devir Hadis Edebiyatı, s. 206). Onların bu noktadan hareket etmiş olmaları bir noksanlık değildir. Çünkü mevsûkiyeti kesin olmayan bir belgenin muhtevâsını tenkîdden işe başlamak, kısa yol varken uzun yolu tercîh etmek olurdu. (Polat, Hadiste Metin Tenkîdi, Erciyes Ü. İlahiyat F. Dergisi, sayı: 6, yıl. 1989, s. 122). Ancak bunu yaparken metni tamamen gözardı ettikleri de söylenemez. Zira amel edilmesi gerekli hüküm ve kâide metnin içindedir. Dolayısıyla senedler, metinlere götüren bir vâsıta, bir vesîledir. İsnad zincirini oluşturan râvîlerin tetkîk ve tahlîli sona erdiğinde dikkatler metne çevrilmiş, hadisin sıhhatini bozacak bir kusurun bulunup bulunmadığı araştırılmıştır. Gerek sahâbe ve gerekse tâbiûn metin tenkîdi yapmışlar, muâraza, mukârane ya da mukâbele denilen karşılaştırma metodunu kullanmışlardır.
Karşılaştırma metodu başlıca altı şekilde kullanılmıştır (Örnekler için bk. A’zamî, Menhecü’n-Nakd inde’l-Muhaddisîn, s. 50-79):
1. Birkaç sahâbînin Hz. Peygamber (s.a.v.)’den aktarmış olduğu rivâyetlerin, birbiriyle karşılaştırılması. (Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer ve Abdullah b. Ömer bunu bizzat uygulamışlardır).
2. Muhaddisin rivâyetinin, farklı zamanlarda kendisinden dinlenerek kontrol edilip, karşılaştırılması. (Sahâbeden Hz. Âişe bunu tatbîk edenlerdendir).
3. Bir şeyhin farklı talebelerinin kendisinden aldıkları rivâyetlerin birbiriyle karşılaştırılması.
4. Ders esnâsında muhaddisin rivâyet ettiği bir haberin, talebeleri tarafından onun akrânı olan diğer râvîlerinki ile karşılaştırılması.
5. Hadis rivâyetinin bulunduğu kitabın hâfızada olanla, ya da başka bir kitapta olanla karşılaştırılması.
6. Rivâyetin Kur’ân âyetleriyle karşılaştırılması. (Hz. Ömer, Hz. Âişe ve Ebû Eyyûb el-Ensârî, ashâb arasında bunu ilk kez uygulayanlardır).
İlk kez sahâbe tarafından başlatılan metin tenkîdi, başlıca beş sebebe dayanıyordu (Örnekler için bk. Cevâbî, Cühûdü’l-Muhaddisîn fî Nakdi Metni’l-Hadîs, s. 460-484):
a) Hadîsin Kur’ân’la çelişmesi,
b) Sahâbînin naklettiği rivâyet ya da verdiği fetvânın Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sünnetine muhâlif oluşu,
c) Hadisin metnini nakilde hatâ yapılmış olması,
d) Hadîsin sahâbî tarafından yanlış anlaşılmış olması,
e) Sîret-i Nebeviyye ile ilgili bir haberin (yani târihî bir meselenin) naklinde hataya düşülmesi.
Bu durumda özellikle ashâbın ileri gelenleri, o hadisi Kur’ân’a ya da sâbit ve mahfûz olan Sünnete veya târihî mâlûmâta arz etmek sûretiyle düzeltme yoluna gitmişlerdir.
Ashâb-ı kirâmın yolunu takip eden muhaddisler de aynı metodları (hatta buna mürekkep ve kağıt kontrolü gibi bazı metodları da ekleyerek) uygulamışlar, metni gözardı etmemişlerdir.
Bu noktada şu hususu da hatırlatmalıyız ki; son yıllarda bir çok araştırmacı, metin tenkîdi sözüyle hadislerin müspet ilim ölçülerine vurulmasını kasdetmektedir. (Kandemir, Mevzû Hadisler, s. 118; Polat, Hadiste Metin Tenkîdi, Erciyes Ü. İlahiyat F. Dergisi, sayı. 8, s. 94). Oysa çağımızda bile kesin karara bağlanmamış, dayanak ve sonuçları araştırmadan araştırmaya değişebilen ilmî verilere dayanarak, hadis metinlerini aceleye getirilmiş hükümlerle değerlendirmenin yanlış olacağı ortadadır. Örneğin, tasnîf asrının ileri düzeye ulaşmamış ilim ve tekniğine istinâden bir takım rivâyetler baştan reddedilip eserlere alınmamış olsaydı, günümüzde her müslümanın kolayca idrâk edebileceği birçok hadis, elimize ulaşmama tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktı.
Buna şunu da ilâve etmeliyiz; Vahiy, İslâm düşünce sisteminde, Rasyonalist İslâm filozofları dahil, bilgi kaynağı olarak kabul edildiği halde, Pozitivist zihniyette herhangi bir kıymet ifade etmez. Buna bağlı olarak vahiy unsuru, onu getiren Peygamberi alelâde bir insandan üstün kılacak bir vasıf taşımaz. Hadislerin metin tenkîdine tâbî tutulmadığını savunan müsteşriklerin kendi aklî çıkarımlarına uygun ve mâkul görmediği bir takım hadisler, aradaki bu bakış farkı (dünya görüşü, paradigma) sebebiyle bir müslüman için problem teşkil etmeyecektir. (Polat, Buhârî’nin Sahîh’ine Yapılan Bazı Tenkîdlerin Değerlendirilmesi, s. 248).
Yine son devir araştırmacılarının hadislerin tenkîdi için kriter kabul ettikleri diğer bir mesele de, hadislerle aklî verilerin çatışmasıdır. Hadis âlimleri, bir metnin aklın muktezâsına (mantıksal çıkarımlara, tecrübe ve kıyâsa) muhâlif oluşunu mevzûluk/uydurulmuşluk alâmeti sayarken, buna te’vîle müsâit olmama kaydını da ilâve ederler. (Kinânî, Tenzîhü’ş-Şerîa, I/6). Te’vîl’den maksat; menkûl ile ma’kûl’ün arasını bulmaktır. Yani aslında te’vîl; hadisin akla uygun olup olmadığını araştırmak demektir. Akıl-nakil teâruz ettiğinde (çatıştığında) kabul edilebilecek en genel kâide, aklî olana değil kat’î olana öncelik tanımaktır. Zira naklî verilerde olduğu gibi, aklî veriler içinde de zannî olanlar vardır.

Sıra Sizde: İlk bakışta ilmî ve aklî verilerle çatışır gibi göründüğü için şüphe uyandıran ve dolayısıyla devre dışı bırakılmaya uygun, ancak zamanla doğruluğu ortaya çıkan sahîh bir rivâyet bulmaya çalışınız.

HADİS TENKÎDİNDE AKIL-NAKİL ÇATIŞMASI
Sahîh ve sağlam bilgiye ulaştıran iki önemli delîlin teâruz/çatışma halini mercek altına alan, bir başka deyişle aklın nakle göre durumunu inceleyen İbn Teymiyye (728/1328)’nin filozof ve kelâmcılara karşı öne sürdüğü deliller, öğrencisi İbn Kayyimi’l-Cevziyye (751/1350) tarafından 51 madde hâlinde özetlenmiştir. Bâkıllânî (403), Gazâlî (505) ve Fahruddîn Râzî (606) gibi filozof-kelâmcıların el-Kânûnü’l-Küllî adını verdikleri; “Akıl ile naklin çatışması hâlinde aklın takdîmi vâciptir. Çünkü akıl, naklin esâsıdır. Naklin takdîm edilmesi, aklın da naklin de bâtıl olmasını/iptalini gerektirir” şeklindeki genel kâideyi tâğût olarak niteleyen İbnü’l-Kayyim’in itirazları arasından seçtiğimiz altı maddeyi şöyle sıralayabiliriz:
1. Sem’î ya da aklî olan iki delil kendi aralarında, veya sem’î ve aklî olanlar birbiriyle üç durumda çatışırlar: Ya her ikisi de kat’îdir, veya her ikisi de zannîdir, ya da biri kat’î diğeri zannîdir. Eğer iki kat’î olan birbirine muârız olmuşsa ikisinin arasını cem’ etmek (birleştirmek) lâzımdır. Eğer biri kat’î ise, sem’î olsun aklî olsun o kat’î olan öne geçer. Eğer her ikisi de zannî iseler, tercîh yapılır.
2. “Akıl ve nakil çatıştı” denildiğinde iki kat’î delilden bahsedilmekte ise, biz burada teâruzu mümkün görmüyoruz. Eğer iki zannî delil kastedilmişse, tercih edilen kesinlikle diğerine takdîm edilir. Yoksa aklî olanın mutlak olarak naklî olanın önüne geçirilmesi yanlıştır. Aklî olan sadece kat’î olduğunda diğerine takdîm edilir; sırf aklî oluşu yeterli bir sebep değildir.
3. Naklin sahîh olup olmadığına şahitlik eden akıldır, denilerek aklın öne alınması da yanlıştır. Bu durum, aklın takdîmini gerektirmediği gibi, iptâlini de gerektirmez. Meselâ; insanlar bir adamın tıpta uzman olduğuna şehâdet etseler, sonra da aralarında bu konuda tartışma çıksa, kendisine şehâdet edilenin (meşhûdün leh) sözünün, şehâdet edenlere (şuhûd) takdîmi vâciptir. Onlar: “Senin lehine şehâdet eden seni tezkiye eden biziz, senin ehliyetin bizim şehâdetimizle sâbit oldu. Bizimkine değil de senin sözüne öncelik tanınması, senin sözünün kendisiyle sâbit olduğu aslı (ana kaynağı) zedeler.” derlerse o da şöyle der: “Sizin değil benim bu işe ehil olduğumu bilginizle onaylayan sizsiniz. Bu konuda sizin değil benim sözüm makbuldür. Zira ihtilâf ettiğimiz konuda kendi sözlerinizi benimkinin önüne geçirmeniz sizin şehâdetinizi ve ilminizi zedeler ki, bu benim sizden daha bilgili olduğumu kabul etmek demektir.
4. Aklın şer’e takdîmi, aklın konumunu düşürür. Çünkü akıl, şerîatin ve vahyin kendisinden daha bilgili olduğunu kabul etmiştir. Bunlar birbiriyle kıyas bile edilemez. Zira vahye nisbetle aklın ilim ve marifetleri, dağ yanında hardal tanesi kadardır. Buna rağmen akıl -sırf akıl olduğu için- vahye takdîm edilirse, onun evvelki şehâdeti zedelenmiş olur. Ve şehâdeti bâtıl olanın sözü de kabul olunmaz.
5. (Akıllıların hakkında şüphe etmediği) sarîh aklın, şerîate muârız olması elbette düşünülemez. Bazı akıllıların (ulemânın) bazı önemli meselelerdeki tartışmaları iyice düşünülürse, sahîh ve sarîh nasslara muhâlif görüşlerin, akıl ile yanlışlığı anlaşılabilen bir takım fâsid şüpheler olduğu görülecektir.
6. Biri aklî diğeri naklî olan iki delilde sadece, aralarındaki delâlet yönü (kat’îlik, zannîlik) göz önüne alınır. Zira aklın sübûtla alâkası yoktur. Sübût, bir haberin nakli ile ilgilidir. Aklî delilde nakil sözkonusu değildir. Bir nakil, sahîh olarak sâbit olmamışsa artık onun delâletinin kat’î mi yoksa zannî mi olduğuna bakılmaz. Bu durumda akıl mukaddemdir/öne geçer. (İbnü’l-Kayyim, Muhtasaru’s-Savâiki’l-Mürsele, s. 107-207; İbn Teymiyye’nin 11 ciltlik eserinden özetle. Krş. İbn Teymiyye, Der’ü Teâruzi’l-Akli ve’n-Nakl, I/86 vd.).

Dikkat: Son maddeye dair şöyle ilginç bir örnek verebiliriz. İlkiyâ ed-Deylemî (509/1115)’nin Abdullah b. Ömer’den tahrîc ettiği “أَوَّلُ نِعْمَةٍ تُرْفَعُ مِنَ اْلأَرْضِ الْعَسَلُ” (Yeryüzünden kaldırılacak olan ilk nimet bal’dır) rivâyeti, senedinde yalancı bir râvî bulunması nedeniyle Mevzûât kitaplarına girmiş, dolayısıyla sahîh olarak sâbit olmamış “uydurma” bir hadistir. (Gümüşhânevî, Râmûzü’l-Ehâdîs, I/159, no. 6; Deylemî, Firdevsü’l-Ahbâr, I/64, no. 66; Kinânî, Tenzîhü’ş-Şerîa, II/239). Oysa 2007-2008 yıllarında arıların kitleler halinde ölümü üzerine sıkça tekrar edilen Albert Einstein’a ait şu söz, hadisin metnini destekler mahiyettedir: “Eğer arılar yeryüzünden kaybolursa insanlığın sadece dört yıl ömrü kalır. Arı olmazsa döllenme, bitki, hayvan ve insan da olmaz”. Ne var ki, senedinde ve sübûtunda problem olan bir rivâyete “hadistir” demek, hadis kabul kriterlerine uygun bir yaklaşım değildir. Belki sadece, modern ilmin verilerine uygun düştüğü için “mânâsı sahîhtir” denebilir. Tersini düşünürsek; yani bu rivâyet isnâdı sahîh bir hadis olsaydı ve ilk asırlardaki ulemâ tarafından akla-ilme uygun olmadığı için reddedilmeye kalkışılsaydı, bu da hadis kabul kriterlerine uygun bir yaklaşım olmazdı. Şu halde diyebiliriz ki; bir metnin otantikliği (sahihliği) ya da apokrifliği (mevzûluğu), zaman, mekân ve telakkîlerin değişimine endeksli olmamalıdır. Aksine değişim/farklılık, sübûtu ispatlanmış (isnadı sahih) bir metnin anlaşılma ve uygulanma safhasında sözkonusu olabilir.

HADİSCİLER VE TENKÎD KRİTERLERİ

Tarihî Haberler ve Dînî Rivâyetler
Felsefî tartışmaları bir kenara bırakacak olursak, ilk devir muhaddislerinin metni tenkîd etmekten maksatlarının; daha çok, râvîlerin semâ’larını, yani merviyyâtı karşılıklı mukâyese etmekten ibâret olduğunu belirtmemiz gerekecektir. Nitekim sahîh, hasen, zayıf, şâzz, münker, muallel, müdrec, musahhaf gibi ıstılahlar, bu mukâyesenin doğurduğu sonuçlardır. Eğer metin’den, lafız+anlam kasdediliyorsa, -mevzû hadisleri tanıma yolları hâriç- onların daha çok lafız karşılaştırmasına önem verdiklerini kabul edebiliriz. Zira nasıl kusursuz bir isnad çoğunlukla lafızlarında hatâ olmayan bir metinle son buluyorsa, kusursuz bir metin de çoğunlukla akla aykırı olmayan hatâsız bir mânâyı taşır. İsnâd sistemini önemsemeyen, senedlerin sonradan formüle edildiğini kabul eden oryantalistler tarafından üzerinde en çok durulan nokta, hadis metinlerini oluşturan ikinci kısım; yani anlamdır.
İslâm medeniyetinin bilgi geleneğinde şer’î haberlerin sağlamlığı, diğer bütün haberlerin aksine, haberi getiren râvîlerin sağlamlığına, cerh ve ta’dîl notlarının zayıf olmamasına, yani rivâyetin sıhhatli bir şekilde nakledilip edilmediğine bağlıdır. İbn Haldûn (808/1406), târihî haberlerle dînî rivâyetleri ayrı kefede değerlendirerek bu fikri destekler. Modern târih tenkîdi karşısında, hadis tenkîdçiliğini üstün kılan en önemli husus da budur. (Bk. A’zamî, Menhecü’n-Nakd, s. 97).
İbn Haldûn’un Mukaddime’nin farklı yerlerinde rivâyet tenkîdi üzerine söyledikleri, hadislere metin tenkîdi uygulanmadığı iddiâsını ortaya atan yazarlarca yanlış anlaşılmıştır. Mukaddime’nin ilk bölümünde İbn Haldûn şöyle der: “Şer’î haberlerin sahîhliğinde mu’teber olan, ta’dîl ve tecrîhdir. Çünkü bunların çoğu, şâriin (Allah ve Rasûlü’nün) yapılmasını vacip kıldığı inşâî tekliflerdir ki, doğru olmaları için zann’ın meydana gelmesi yeterlidir. Zannın doğruluğunun yolu ise, râvîlerin adâlet ve zabtına güvenmekten geçer. Târihî vâkıâlarla ilgili haberlere gelince; bunların sahîh oluşunda, umrâna (tabiî kânunlara ve sosyal hayata) mutâbık olmalarına itibâr edilir. Bunun için, olayın vukûunun mümkün olup olmadığını anlamak şarttır. Hâdiseleri bu usülle incelemek, râvînin ta’dîlinden daha önemlidir ve önce gelir. Zira inşânın faydası (kuvveti) sadece râvînin adaletli oluşundan alınmıştır (muktebestir). Haberinki ise hem ondan, hem de hâricî olarak mutâbakattan alınmıştır. (İbn Haldûn, Mukaddime, s. 89).
Görüldüğü gibi İbn Haldûn İnşâ ve Haber şeklinde bir ayrımı gündeme getirmiştir. Haber; “doğru ya da yalana ihtimâli bulunan kelâm” (الكَلاَمُ الْمُحْتَمِلُ لِلصِّدْقِ وَالْكِذْب) olarak tarif edilir. (Cürcânî, Ta’rîfât, s. 129, no. 638). İnşâ ise; “kendisine mutâbık olan ya da olmayan herhangi bir hâricî nisbetin bulunmadığı kelâm” (الكَلاَمُ الَّذِي لَيْسَ لِنِسْبَتِهِ خاَرِجٌ تُطاَبِقُهُ أَوْ لاَ تُطاَبِقُهُ) demektir. (Cürcânî, Ta’rîfât, s. 56, no. 231). İnşâ, “Evvelce mevcut olmayan bir mânâyı, ona bitişik bir lafızla, aynı anda vücûda getirmek”. (الإنشاء: إِيجَادُ مَعْنىً بِلَفْظٍ يُقاَرِنُهُ فيِ الْوُجُودِ) diye de tarif edilmiştir. (Sa’düddîn Taftâzânî, Risâletü’l-Hudûd).
İbn Haldûn, şerîatin çoğunluğunu teşkil eden Allah ve Rasûlü’nün emir ve nehiylerini inşâ lafzıyla karşılamıştır. Hatâ ve savâba (yanlışa ve doğruya) ihtimâli olan târihî olayları ise haber lafzıyla diğerinden ayırmıştır. Eserinin baş kısmında tenkîd ettiği olayların hadisler değil de, Emevî ve Abbâsî Hilâfeti devriyle alâkalı olaylardan meydana gelmiş olması, kasdını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Hatta yukarıda aktardığımız sözleri, İbn Haldûn’un, sika râvîleri olan bir hadisin metnini tenkîd etmeğe gerek duymadığı izlenimini vermektedir. Mısırlı gazeteci Ebû Rayye (1970) ve onun iddialarını aynen tekrar eden Sâlih Ebû Bekr ise, bu inceliğe dikkat etmeden Mukaddime’den yaptıkları alıntılarla muhaddisleri itham etmişlerdir. (Ebû Rayye, Muhammedî Sünnetin Aydınlatılması, s. 165, 297, 387-389; Sâlih Ebû Bekr, el-Advâü’l-Kur’âniyye, s. 51, 52).
Ahmed Emîn (1954) Duha’l-İslâm’da (II/130) muhaddislerin dâhilî tenkîde önem vermediklerini savunurken şu şekilde iki soru sorar: “Mânâsı sahih midir, değil midir? Hadisin söylendiği sosyal şartlar, onun sahîh mi yoksa mevzû mu olduğunu desteklemektedir?”. Onun sorduğu ikinci soru, işte yukarıda izah ettiğimiz târihî haberlerle ilgili olup, hadislerin çoğunluğunu oluşturan şer’î/inşâî meseleler için geçerli olamaz. Zira din vad’îdir; ilkten ve yeni bir şey koymak için vardır. Sosyal yaşantı biçimini temelinden değiştirmek için de kurallar getirir. İlk sorusu ise, Batılı müsteşrikler ile Doğulu müstağriblerin üzerinde en çok durdukları konudur. Mânâ ve muhtevâ açısından bir hadisi tenkîd edebilmek kanaatimizce en zor iştir. Çünkü belli bir kuralı, genel geçer bir tekniği, herkesçe kabul edilmiş objektif bir kıstâsı/kriteri yoktur. Bu nedenle de istenilen mecrâya kaydırılarak istismâr edilmesi mümkündür. Bu tür tenkîd yoluyla, hadislerin çoğu için bir bahane bulunarak haklarında istenilen her şey söylenebilir.

Sened Tenkîdinin Önceliği
Mahmûd Ebû Rayye’nin Advâün ale’s-Sünneti’l-Muhammediyye (Muhammedî Sünnetin Aydınlatılması) adlı meşhur eserine ilk reddiyeyi yazmış olan Difâun ani’s-Sünne (Sünnet Müdafâsı) müellifi Prof. Dr. Muhammed Ebû Şehbe (1983); “Hadisçilerin isnâd tenkîdine metin tenkîdinden daha fazla yer verdiklerini inkâr edemeyiz” dedikten sonra, bunu onların uzak görüşlü, derin düşünceli ve temkinli olmalarına bağlamaktadır. Ebû Şehbe’ye göre muhaddislerin böyle davranmalarının bir takım sebepleri vardır:
a) Hadis bazen müteşâbih olur, mânâsı anlaşılmaz. Bu takdirde sadece aklı hakem yaparak metni tenkîd etmek gereksizdir.
b) Hadisin metni bazen mecâzî olur, hakîkî anlamında kullanılmamıştır. Hakîkî mânâsına hamletmek akla, hisse ve müşâhedeye terstir diyerek hadisi reddetmek yersizdir. Kur’ân’da da bunun pekçok misâli vardır.
c) Bazen de hadis metni gaybî bir haberden bahsetmektedir. Cennet ve Cehennem’in vasıfları gibi. Aklın yargısıyla bu tür haberleri reddetmek insafsızlık olur.
d) Bazı hallerde hadisin, gün geçtikçe ilmî hakîkatlerle ortaya çıkan ve nebevî bir mûcize olduğu anlaşılan bir metni olur. İnsaflı olan herkesin takdir edeceği gibi, şâyet hadis âlimleri yüzeysel bir değerlendirme ile hikmeti gizli olan bu ve benzeri hadisleri hemen reddetmeye kalkışsaydı, sonra da açıkça bunun hikmeti ortaya çıksaydı o zaman bu, araştırma eksikliği, cehâlet ve aynı zamanda risâlet sâhibinin hakkına tecâvüz sayılmaz mıydı?. (Ebû Şehbe, a.g.e., s. 100-104).

İnternet: Mütekaddim âlimlerin, bir hadisin sıhhatini tespitte metinden ziyade ısrarla sened üzerinde durmuş olmalarındaki hikmeti, örnek bir hadis tahlîli üzerinden görmek için, http://hadistahlili.blogspot.com adresindeki Çocuğun Namaz Eğitimi İle İlgili Bir Hadis Tahlîlinin Tahlîli adlı makalemizi (Marife, yıl: 3, sayı: 2, güz 2003, ss. 29-58) inceleyiniz. Makelenin Sonuç bölümden bir önceki paragrafta şöyle diyoruz: “Metni tenkîd etmek gibi ‘öznelliğin’ ağır bastığı yöntemlerde, ‘salt metin’ tenkîd ediliyor gibi görünse de, hakikatte tenkîd edilen ‘münekkidin metinden anladığı’dır. İncelemeye çalıştığımız örnekte de görüleceği gibi, akıllar ve anlayışlar farklı farklı olunca, aynı metin üzerindeki sıhhat ve za’f’a yönelik değerlendirmeler de farklılık arzetmektedir. Şer’î hukûku da ilgilendiren böylesi önemli konularda, ‘tevakkuf’u tercih ederek acele karar vermemenin ve ma’kûl ile menkûlü uzlaştırma yolunu tercih etmenin daha isabetli bir yaklaşım olduğunu düşünüyoruz”.

Kanaatimizce, sahâbe, tâbiûn ve sonraki nesillerin, hadisleri tenkîd konusunda temkinli bir duruş sergilemeleri, Hz. Peygamber (s.a.v.)’den duydukları şu hadîs-i şerîfle yakından ilgilidir: “Bizden bir hadisi işitip, onu öylece belleyen ve o şekilde başkasına ulaştıran kimsenin Allah yüzünü ağartsın. Çünkü nice fıkıh yüklü insanlar vardır ki yükünü kendisinden daha fakih olana ulaştırır. Nice fıkıh taşıyanlar vardır ki, fakih değildir”. (Tirmizî, Sünen, İlim 7, no. 2656. Vedâ haccı sırasında Hz. Peygamber’in buyurduğu benzer bir hadis için bk. Buhârî, Sahîh, İlim 9, I/24-25; “Sözlerime şahit olan burada bulunmayana tebliğ etsin. Belki de o şahit sözü, kendisinden daha kavrayışlı birine tebliğ etmiş olacaktır”).

Metin Tenkîdinin Sonralığı
Çağdaş âlimlerden Ebu’l-A’lâ Mevdûdî (1979), hadiscilerin bu davranışlarındaki hikmeti şöyle ifade etmektedir: “Dirâyet meselesi hadislerin bizzat metinleriyle ilgilidir. Rivâyet ise tamamen senedle ilgilidir. Rivâyet erbâbının sorumluluğuna aldığı şey; aslında güvenilir kaynaklardan ele geçirebildiği, Hz. Peygamber’le alâkalı bütün malzemeyi bir araya toplamaktır. Bundan sonra, konuyu inceleyerek üzerinde araştırma yapmak, rivâyetlerden işe yarayanları almak dirâyet erbâbının görevidir. Eğer rivâyet ehli kendi kafalarına, kendi anlayışlarına göre dirâyet ehlinin işini de görürler ve konularını beğenmedikleri rivâyetleri reddedip gitselerdi, yani kitaplarına almayıp atsalardı, o zaman, bu hadis kitaplarını düzenleyenlerin beğenmediği fakat başkalarının değerli ve işe yarar gördüğü bütün malzemeden nasıl faydalanırdık? Bu bakımdan rivâyet ehlinin, görevlerini daha çok senedleri tenkîd etmekle sınırlandırmaları ve muhtevâyı tenkîd etme hizmeti verenler için sağlam senedlerle kendilerine ulaştırılmış olan maddeleri bir araya toplamaları, onlar için en uygun olandır. (Mevdûdî, Meseleler ve Çözümleri, II/27).
Osmanlı’nın son şeyhülislâmlarından Mustafa Sabri Efendi (1954), Mısır Millî Eğitim Bakanı Dr. Muhammed Hüseyn Heykel Paşa (1956)’nın, Hayâtü Muhammed (1933) adlı eserindeki bazı iddialarına reddiye olarak kaleme aldığı bir yazısında şunları söylemektedir: “Heykel Paşa, ‘Benden sonra ihtilâfa düşeceksiniz. Benden gelen her şeyi Allah’ın Kitâbı’na arz ediniz. Ona ters düşen benden değildir’  (إنَّكُمْ سَتَخْتَلِفوُنَ مِنْ بَعْدِى ، فَماَ جاَئَكُمْ عَنِّي فَأَعْرِضُوهُ عَلَى كِتاَبِ اللهِ، وَماَ خَالَفَهُ فَلَيْسَ عَنِّي) şeklindeki mevzû hadisi delil göstererek, hadislerin kabul ve reddi için Kur’ân’a muvâfık olup olmadıkları ölçüsüne/mikyâsına Ehl-i hadîsin riâyet etmediğini zannetmektedir. Halbuki onlar, -zındıkların uydurduğu bir hadîse ihtiyaç hissetmeksizin- bu ölçüye zaten riâyet etmişler, onunla birlikte hem Rivâyet-i hadîs hem de Dirâyet-i hadîsle alâkalı bir takım şartları da nazar-ı îtibâra (göz önüne) almışlardır. Mezkur mikyâs da (sözü edilen ölçü), işte bu dirâyetle ilgili şartlardan sadece biridir. Heykel Paşa, hadis toplayıcılarının öncelikle gözetmek zorunda oldukları rivâyet şartlarına, hiç önem vermemektedir. Tıpkı Batılı tarihçilerin, hadiscilerin onda biri kadar buna ehemmiyet vermedikleri gibi. Halbuki hadis ilmi aynı Tarih gibi ulûm-i nakliyyeden (naklî ilimlerden)dir ki, bir naklin sıhhati için evvelâ bu şartları hâiz olması lâzımdır. Dirâyet yönü ise, önemli olmakla birlikte ilk makam ona ait değildir. Aksi halde naklî ilimler aklî ilim haline gelirdi (وَإِلاَّ انْقَلَبَتِ الْعُلوُمُ النَّقْلِيَّةُ عُلوُماً عَقْلِيَّةً) . Ayrıca akıl açısıdan tetkik, muhaddisten çok müctehidin ihtisâs sahasına girer. Muhaddisin konumu, doktora göre eczacının durumu gibidir. Akıllar farklı farklıdır. Bir şahsın aklına uymadı diye râvîsinin emîn oluşuna rağmen reddedilen bir hadis, tetkik ve anlayış bakımından o şahısdan daha derin ve kuvvetli olan başkalarının aklına uygun gelebilir. نَضَّرَ اللهُ امْرِأً سَمِعَ مَقاَلَتِي فَوَعَاهاَ فَأَدَّاهاَ كَماَ سَمِعَهاَ ، فَرُبَّ مُبَلَّغٍ أَوْعَى مِنْ ساَمِعٍ  (Benim bir hadisimi işitip, onu iyice belleyen ve o şekilde başkasına ulaştıran kimsenin Allah yüzünü ağartsın...) hadisi, bu mühim inceliğe işaret etmektedir. Bu hadis-i celîl, muhaddisi en doğru yola iletir.” (Mustafa Sabri, Mevkıfü’l-Akli ve’l-İlmi ve’l-Âlim, IV/68-69).
Görüldüğü üzere, yukarıda işaret ettiğimiz hadis, Sabri efendi tarafından da hadiscilerin baş prensibi olarak ortaya konulmuştur. Bu sayede bugün, zengin bir literatüre sahibiz.
İsnadla ilgili tetkik ve tenkîd işi, hadislerdeki illetleri bilen yetkin âlimlerden başkasının anlayamayacağı kapalı ve ince bir konu olması sebebiyle muhaddislere münhasır bir saha olarak kalmış, onlar biraz da bu sebeple, sened tenkîdine kıyasla daha kolay olan metin tenkîdi işini şer’î ilimleri iyi bilen diğer âlimlere bırakmışlardır. Tahir el-Cezâirî de (1921), Hadis Usûlü’ne dair kaleme aldığı eserinde, meseleye bu açıdan bakmaktadır. Dârekutnî (385/995)’nin Buhârî ve Müslim’in Sahîh’lerine yönelttiği tenkîdleri ele aldığı bölümün sonunda şöyle demektedir:
“Dârekutnî ve diğer tenkîdçi imamlar, sened tenkîdine önem verdikleri kadar metinle alâkalı olan tenkîdle tam olarak uğraşmamışlardır. Zira isnadla alâkalı olan tenkîd kapalı ve ince bir konudur. Hadislerdeki illetleri bilmekle ma’rûf olan belli imamlardan başkası bunu anlayamaz. Metinle alâkalı olan tenkîd ise böyle değildir. Şer’î ilimlerle meşgul olan meşhur âlimler, müfessirler ve fakihler gibi şerîatın aslî ve fer’î meselelerini inceleyenler, usûl-i fıkh ve usûl-i dîn ile ilgilenenlerin çoğu, bunu anlayabilir. Bu noktada, bazı ilim adamları, metin tenkîdini muhaddisin işi saymamışlardır. Onların zannına göre, muhaddisin vazîfesi sened tenkîdiyle uğraşmaktır ki, bu iş onu metin tenkîdinden alıkoyar. Bu fikirde olanların maksadı şunu ortaya koymaktır: İsnâd yönünden tenkîd, (başkaları muktedir olmadığı için) muhaddise ait özelliklerden biridir, ondan istenen budur. Ancak bir illet-i kâdiha (sıhhati zedeleyen bir gizli kusur) zuhûr ettiği takdirde metin tenkîdi de yapmalıdır. Nasıl ki hadisci olmayanlar îcâb ettiği zaman metin tenkîdiyle uğraşıyorlarsa, muhaddisin yaptığı bu tür tenkîdin hükmü de diğerlerinin yaptığıyla aynıdır. (Yani hadisci de, diğer âlimlerin yaptığını yapmış olacaktır). Hattâ metin tenkîdini bir muhaddisin yapması daha çok tercîh edilir. Hadis imamlarının çoğu metin tenkîdiyle de ilgilenmişlerdir. Ancak bilindiği üzere, isnâd tenkîdine nisbetle bunlar çok azdır” (Cezâirî, Tevcîhü’n-Nazar ilâ Usûli’l-Eser, s. 328-334).

FIKIHÇILAR VE HADİS TENKÎDİ
Meşhur olan ve olmayan fıkhî mezheplerin ortaya çıkışı, hadis musannefâtının oluşumuyla aynı zamana rastlar. İmamların fıkhî görüşlerini yansıtan, günümüze kadar intikâl etmiş eserlerde gördüğümüz; hakkında münâkaşa yapılan, tercih edilen veya reddedilen rivâyetler, tenkîd meselesinin hadisciler olduğu kadar fıkıhçıların da el attığı bir alan olduğunu göstermektedir.
Ne var ki burada şu anekdotu da kaydetmeliyiz; ilk devir fukahâsı bir tarafa, fıkıhçıların metin tenkîdi işiyle ilgilenmeleri her zaman iyi sonuç vermemiştir. Fıkıh kitaplarında bol miktarda zayıf, uydurma ve hiçbir aslı olmayan haberler bulunmaktadır. İşte, büyük hadiscilerden bazılarını, fakihlerin delil olarak kullandıkları hadislerin tahrîci (isnâdını ve kaynağını araştırıp sahih olup olmadığını tespit etmek) için kitaplar te’lif etmeye sevkeden de budur. (Bk. Karadâvî, Sünneti Anlamada Yöntem, s. 151).
Bu nedenle, yukarıda alıntıladığımız görüşlere genel anlamda katılmakla birlikte, metin tenkîdini sadece fukahânın yaptığı gibi bir iddiayı kabul etmemiz mümkün değildir. Böylesi bir önkabul, kadîm dönemde İslâmî ilimlerin birbirinden müstakil şeylermiş gibi telakkî edilmesinden kaynaklanmış yanlış bir kanaatin sonucu olabilir. Oysa bu tür parçacı bir yaklaşım, günümüzün ihtisas anlayışına daha uygun görünmektedir. Zira metin tenkîdine en çok yer verenlerin müteahhir muhaddisler olduğu şüphesizdir. Şerh devrinin eserleri, böyle bir zarûreti kendiliğinden ortaya çıkarmıştır. Mütekaddim muhaddisler çağında ise, sadece râvî olma vasfını taşıyanlar hâriç, genellikle bir hadiscinin aynı zamanda fakîh, bir fıkıhçının da aynı zamanda muhaddis olduğunu söylemek mümkündür. Hiç değilse, her fakîhin mutlaka muhaddis olduğu şeklindeki görüş mutlaka doğrudur.
A’zamî şöyle der:  “... Diğer bir nokta da, o zamanlar fukahâdan sağlam bir hadis bilgisi olmayan hiçbir kimsenin bulunmadığıdır. Bir muhaddis bir fakîh olmayabilirdi, fakat bir fakîh o zaman, kıyâs ilminde mütebahhir (derinleşmiş) bir muhaddisti”. (İlk Devir Hadis Edebiyatı, s. 27).
Süfyân b. Uyeyne (198/813) gibi bazı âlimler: “Eğer yönetim bizim elimizde olsaydı, fıkıhla uğraşmayan her hadisciyi ve hadisle uğraşmayan her fakîhi hurma dalıyla döverdik” diyorlardı. (Karadâvî, a.g.e.; Hadis ile Fıkhı Birleştirmenin Zarûreti adlı bölüm).
İlk devir (sistematik dönem) Hanefî fakihlerinin son halkasından Fahru’l-İslâm el-Pezdevî (482/1089)’nin; (لاَ يَسْتَقِيمُ الْحَدِيثُ إِلاَّ بِالرَّأْيِ ، وَلاَ يَسْتَقِيمُ الرَّأْيُ إِلاَّ بِالْحَدِيثِ) “Hadis reysiz (aklî çıkarımlar olmadan), rey de hadissiz isabetli olmaz/ayakta duramaz” şeklindeki sözleri, hadis-fıkıh birliğine her dönemde ihtiyaç duyulduğunun kanıtıdır. (Pezdevî, Usûlü’l-Fıkh, s. 17-18).
Ünitenin başında sözlerinden alıntı yaptığımız Ahmed Naim, metin tenkîdi işini muhaddislerden bütünüyle ayırmamakta, sadece hadis toplayıcılığından başka kudreti olmayanları dışarıda bırakmaktadır. Tecrîd-i Sarîh mukaddimesinde şöyle diyor: “Cem-i hadîsden (hadis toplamaktan) daha büyük bir dikkat ve basîrete muhtaç olan bu mühim işe, ancak sayrafî-i hadîs (hadis sarrafı) mertebesini bulmuş ecille-i nukkâd ve eâzım-ı huffâz (münekkidlerin ve hadis hâfızlarının önde gelenleri) el sürebilmişlerdir.” (Ahmed Naim, a.g.e., s. 52).
Bu noktada, konumuzla ilgili olarak bir soru daha akla gelebilir: Acaba tasnif sâhibi muhaddisler, eserlerini oluştururken metin tenkîdine de dikkat etmişler midir?
Bu sorunun cevabı, yukarıda bahsi geçen fıkhî kriter göz önüne alınarak verilebilecektir. “Taklîd, halk arasında yayılmış bir cüzzam hastalığıdır. Dört mezhep imamının eserlerini tedkik eden bir kimsenin taklîdi reddetmesi gerekir. Zira onlar öğrencilerine kendi sözlerini delil olarak almamalarını ve ictihâd etmelerini emretmişlerdi” dediği için, ayrı bir mezhep kurmaya kalkışıyor iddiasıyla otuz yaşında hapse atılan, 49 yaşında vefat edinceye kadar 113 esere imza atan Dımeşk ulemâsından Cemâlüddîn el-Kâsimî (1914), A’zamî’nin tersine şöyle demektedir:
“Araştırmalarımız neticesinde, fakîh olmayan hiçbir muhaddise rastlamadık. Sünnet kitaplarının sahibi olan muhaddislerin hepsi de müctehid fakîhlerdir”. (Kâsimî, Hayâtü’l-Buhârî, s. 48; http://www.ahlalhdeeth.com/vb/showthread.php?t=92822).

لَمْ نَجِدْ مُحَدِّثاً غَيْرَ فَقِيهٍ بِاْلاِسْتِقْراَءِ ، فَإِنَّ أَرْباَبَ دَواَوِينِ السُّنَّةِ كُلُّهُمْ فُقَهاَءُ مُجْتَهِدُونَ

ÖZET
Bazı hadisler, senedlerinde adı geçen râvîlerin tümünün sika olmasına rağmen, herkesin göremeyeceği bir illet-i kâdiha (sıhhat bozucu gizli sebep) ile ma’lûl olabilmektedirler. Bu nedenle, çok geniş bir sahayı kapsayan ilelü’l-hadîs (hadis problemleri), bazen o hadisin rivâyet hakkını elinde tutan râvînin veya musannifin ilmini aşabilmekte ya da gözünden kaçabilmektedir. Bu tür rivâyetleri tenkîd ve gerekirse red işi, -eğer muhaddis aynı zamanda fakîh değilse- çoğunlukla fukahâ ve şârihlere kalmaktadır.
Senedi bir hedefe varmak için kullanan muhaddislerin rivâyet edende titiz davranmalarının, rivâyet edilenin sıhhatini meydana çıkarmaya yönelik olduğunu, muhaddislerin sened kadar metin üzerinde de durduklarını kabul etmek gerekir. Ne var ki Batı dünyasında hadis üzerine çalışan oryantalistlerin büyük çoğunluğu, muhaddislerin metin ve muhtevâya hiçbir önem vermediklerini iddia edegelmişler; bir hadisin metninin sıhhatini tespit için senedden başka bir yol olmadığını savunmuşlardır. Onların bu görüş ve yaklaşımları, geçtiğimiz yüzyılda yaşayan birçok müslüman araştırmacı tarafından da benimsenerek devam ettirilmiştir. Bu görüş sahipleri, “metin tenkîdi” sözüyle hadislerin müspet ilim ölçülerine vurulmasını ve aklî verilerle çatışıp çatışmadığına bakılmasını kastetmektedirler.
Oysa senedler, metinlere götüren bir vâsıta ve vesîledir. Muhaddisler, isnad zincirini oluşturan râvîlerin tetkîk ve tahlîlini sona erdirdiklerinde dikkatlerini metne çevirmiş, hadisin sıhhatini bozacak bir kusurun bulunup bulunmadığı araştırmışlardır. Gerek sahâbe ve gerekse tâbiûn metin tenkîdi yapmışlar, muâraza, mukârane ya da mukâbele adı verilen “karşılaştırma” metodunu kullanmışlardır.
Batılıların kastettiği anlamda “Akıl ile naklin çatışması hâlinde aklın takdîminin vâcip olduğunu” savunan mütekellim filozoflar karşısında; aklî olanın mutlak olarak naklî olanın önüne geçirilmesini yanlış bulan, akıl ve nakli karşı karşıya getirmektense, “kat’î olanla zannî olan” iki delil arasında tercih yapmanın daha uygun olacağını savunanların görüşleri isabetli görünmektedir. Ayrıca İbn Haldûn’un “tarihî haberler”le “şer’î-dînî rivâyetler”i ayrı kefeye koyarak; “Şer’î haberlerin sahîhliğinde mu’teber olan, râvîlerin ta’dîl ve tecrîhidir” şeklinde bir tespitte bulunması son derece önem arzetmektedir. Aklî ilimlerle naklî ilimlerin metodoloji bakımından birbirine karıştırılmaması da ayrıca dikkat edilmesi gereken bir husustur.
Metin tenkîdinin belli bir kuralı, genel geçer bir tekniği ve herkesçe kabul edilmiş objektif bir kıstâsı/kriteri olmadığı için, istenilen mecrâya kaydırılarak istismâr edilmesi mümkündür. Metni tenkîd etmek gibi öznelliğin ağır bastığı yöntemlerde, salt metin tenkîd ediliyor gibi görünse de, hakikatte tenkîd edilen “münekkidin metinden anladığı”dır. İşte bu ve benzeri sebeplerden, sened tenkîdini öne almanın, metinle ilgili problemlerin çözümünde ma’kûl ile menkûlü uzlaştırma yolunu tercih etmenin isabetli bir yaklaşım olduğu ortaya çıkmaktadır.
Metin tenkîdini “muhaddisin işi saymayan” bazı görüşlere rağmen, mütekaddim muhaddisler çağında -sadece râvî olma vasfını taşıyanlar hâriç- genellikle bir hadiscinin aynı zamanda fakîh, bir fıkıhçının da aynı zamanda muhaddis olduğu; dolayısıyla hadis toplayıcılığından (râvîlikten) başka kudreti olmayanlar hariç, bütün meşhur hadis musanniflerinin aynı zamanda ictihad sahibi birer fıkıhçı olduğu, metin tenkîdi işini de ellerinden geldiğince ifâ ettikleri teslim edilmelidir.

Sıra Sizde Cevap Anahtarı
Mu’tezilî âlim Câhız (ö. 255/869)’ın, hocası Ebû İshâk en-Nazzâm (ö. 160/777)’dan naklettiği bir anekdot şöyledir: “Henüz küçük yaşta iken, Hz. Peygamber’in ‘kırbanın ağzını dışa doğru kıvırarak (ve kaba dökmeden ağız dayayarak) su içmekten nehyettiğini’ (Buhârî, Eşribe 23, VI/250) duymuştum. ‘Bu hadiste bir gariplik var; kırbanın ağzından içmekte ne ola ki böyle bir nehiy gelmiş?’ diyordum. Nihayet günün birinde, kırbanın ağzından su içen bir adamı bir yılanın soktuğu; yılanların kırba ağızlarına girdikleri haberi duyuldu. Anladım ki, te’vîlini bilmediğim her hadisin, ben bilmesem de bir izah tarzı vardır”. (el-Câhız, Ebû Osmân Amr b. Bahr, Kitâbü’l-Hayevân, Mısır 1966, IV/267. Konuya paralel olarak, “su içerken boğaza sülük kaçması” ile ilgili son yıllarda Adıyaman ve Batman’da meydana gelen iki olay hakkında bkz: http://www.milliyet.com.tr/2005/09/12/son/sontur09.html; http://www.netgazete.com/NewsDetail.aspx?nID=793976

KAYNAKLAR
Ahmed Emîn, Fecru’l-İslâm, Kahire 1975.
----------, Duha’l-İslâm, Kahire, tarihsiz.
Ateş, Süleyman, Gerçek Din Bu, İstanbul 1991.
A’zamî, Muhammed Mustafâ, Menhecü’n-Nakd inde’l-Muhaddisîn: Neş’etühû ve Târîhuhû, Riyad 1982.
----------, İlk Devir Hadis Edebiyatı (Studies in Early Hadith Literature), Terc. Hulûsi Yavuz, İstanbul 1993.
Babanzâde, Ahmed Naim, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, Ankara 1982.
Bağdâdî, Ebû Bekr Ahmed b. Ali el-Hatîb, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, Beyrut 1986.
Caetani, Leone, İslâm Târihi (Annali dell’Islam), Terc. Hüseyin Câhit (Yalçın), İstanbul 1924.
Cevâbî, Muhammed Tâhir, Cühûdü’l-Muhaddisîn fî Nakdi Metni’l-Hadîsi’n-Nebevi’yyiş-Şerîf, Tunus 1991.
Cezâirî, Muhammed Tahir, Tevcîhü’n-Nazar ilâ Usûli’l-Eser, Beyrut, tarihsiz.
Cürcânî, Seyyid Şerîf, Ta’rîfât, Beyrut 1405/1985.
Dayhan, Ahmet Tahir, Buhârî’ye Yöneltilen Bazı Tenkitler, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, D.E.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir 1995.
----------, “İlk Dönem Hadis Tarihinde Mânâ İle Rivâyet Meselesi”, İslâmî Araştırmalar, cilt: 13, sayı: 1, yıl: 2000, ss. 93-100.
Deylemî, Ebû Şücâ’ Şîraveyh b. Şehredâr, Firdevsü’l-Ahbâr bi Me’sûri’l-Hitâbi’l-Muharrec alâ Kitâbi’ş-Şihâb, Beyrut 1987.
Dozy, Reinhart, Târîh-i İslâmiyet (Essai sur l’Histoire de l’Islamisme), Terc. Abdullah Cevdet, Mısır 1908.
Ebû Rayye, Mahmûd, Muhammedî Sünnetin Aydınlatılması (Advâün ale’s-Sünneti’l-Muhammediyye), Terc. Muharrem Tan, İstanbul 1988.
 el-Advâü’l-Kur’âniyye,
Ebû Şehbe, Muhammed, Sünnet Müdâfâsı (Difâun ani’s-Sünne), Terc. Mehmed Görmez-M. Emin Özafşar, Ankara 1990.
Gazâlî, Muhammed, es-Sünnetü’n-Nebeviyye beyne Ehli’l-Fıkhi ve Ehli’l-Hadîs, Kahire 1992.
Gümüşhânevî, Ahmed Ziyaeddin, Râmûzü’l-Ehâdîs, İstanbul 1982.
Güner, Osman, “Zakir Kâdirî Ugan’ın Hadis Sistematiğine Yönelik Eleştirilerinin Tahlil ve Tenkîdi”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 17, yıl: 2004, ss. 65-94.
Hatîb, Muhammed Acâc, es-Sünnetü Kablet-Tedvîn, Beyrut 1993.
Irâkî, Ebu’l-Fadl Zeynüddîn, Fethu’l-Muğîs bi Şerhi Elfiyyeti’l-Hadîs, Beyrut 1988.
İbn Abdilberr, Yûsuf en-Nemerî, Câmiu Beyâni’l-İlmi ve Fadlih ve mâ Yenbağî fî Rivâyetihî ve Hamlih, Beyrut, tarihsiz.
İbn Haldûn, Mukaddime, Terc. Zâkir Kâdirî Ugan, M.E.B. Yayınları, İstanbul 1989.
İbnü’l-Kayyim, Muhammed b. Ebî Bekr el-Cevziyye, el-Menârü’l-Münîf fi’s-Sahîhi ve’d-Daîf, Kahire 1389.
----------, Muhtasaru’s-Savâikı’l-Mürsele ale’l-Cehmiyye ve’l-Muattıle, Kahire 1994.
İbn Teymiyye, Der’ü Teâruzi’l-Akli ve’n-Nakl ev Muvâfakatü Sahîhi’l-Menkûl li Sarîhi’l-Ma’kûl, Kahire 1971.
İdlibî, Salâhuddîn b. Ahmed, Menhecü Nakdi’l-Metn ınde Ulemâi’l-Hadîsi’n-Nebevî, Beyrut 1983.
Kandemir, Yaşar, Mevzû Hadisler, Ankara 1970.
Karadâvî, Yûsuf, Sünneti Anlamada Yöntem (Keyfe Neteâmelü mea’s-Sünneti’n-Nebeviyye), Terc. Bünyamin Erul, İstanbul 1993.
Kâsimî, Muhammed Cemâlüddîn, Hayâtü’l-Buhârî, Beyrut 1992.
Kevserî, Muhammed Zâhid, Makâlât’ül-Kevserî, Kahire 1372.
Kinânî, Muhammed b. Arrâk, Tenzîhü’ş-Şerîati’l-Merfûa ani’l-Ahbâri’ş-Şenîati’l-Mevzûa, Beyrut 1981.
Leknevî, Muhammed Abdülhayy, er-Raf’u ve’t-Tekmîl fi’l-Cerhi ve’t-Ta’dîl, Beyrut 1987.
Mevdûdî, Ebu’l-A’lâ, Meseleler ve Çözümleri (Resâil ve Mesâil), Terc.Yusuf Karaca, İstanbul 1990.
Mustafa Sabri, Şeyhülislâm, Mevkıfü’l-Akli ve’l-İlmi ve’l-Âlim mine’r-Rabbi’l-Âlemîn ve Ibâdihi’l-Murselîn, Beyrut 1981.
Nîsâbûrî, Hâkim, Ma’rifetü Ulûmi’l-Hadîs, Beyrut 1986.
Pezdevî, Fahru’l-İslâm Ebu’l-Usr, Usûlü’l-Fıkh, İstanbul 1307.
Polat, Salahattin, “Hadiste Metin Tenkîdi”, Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 6-8, Kayseri 1989-91.
----------, “Buhârî’nin Sahîh’ine Yapılan Bazı Tenkîdlerin Değerlendirilmesi”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, sayı: 4, Kayseri 1990.
Reşid Rızâ, Muhammed, Mecelletü’l-Menâr, Mısır 1345.
Sâlih Ebû Bekr, es-Seyyid, el-Advâü’l-Kur’âniyye fî’ktisâhi’l-Ehâdîsi’l-İsrâiliyye ve Tathîri’l- Buhârî minhâ, Matbaatü Muharremi’s-Sınâiyye, 1974.
Sıddîk Beşîr Nasr, Davâbıtü’r-Rivâye ınde’l-Muhaddisîn, Trablus 1992.
Sıddîkî, Muhammed Zübeyr, Hadith Literature; Its Origin, Development, Special Features and Criticism, Calcutta 1961.
Subhî es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, Terc. M. Yaşar Kandemir, Ankara 1988.
Ugan, Zâkir Kâdirî, “Dînî ve Gayr-ı Dînî Rivâyetler”, Dârü’l-Fünûn İlahiyat Fakültesi Mecmuâsı, Teşrîn-i Sânî 1926.